David Fincher geçtiğimiz 20 yılın tartışmasız en çok konuşulan yönetmenlerinden biri. Hal böyleyken kabul edilmelidir ki, Fincher’in yaptığı tüm filmleri listelemek ve Alien’ın devam filmi dahil olmak üzere yalnızca 10 tane film çektiğini görmek bir miktar tuhaf. Göze çarpan bir diğer şey ise, David Fincher filmleri arasından hiçbir filminin kötü olmadığı gerçeği. 1’den 10’a kadar puanlayacak olsaydık, bu filmlerden hiçbirine 6’dan düşük bir puanı layık göremezdik. Adamın bu işi bildiği açıkça ortada ve biz de biliyoruz ki; kaliteli sanat üretiminin kucaklayacağı yegane ödül, internetteki alelade birinin açıklanması mümkün olmayan bir kişisel zevk ölçütüne dayanarak, bu kaliteli sanatı istediği gibi değerlendirebileceği gerçeğidir. İşte, en kötüden en iyiye David Fincher filmleri.
10. ALIEN 3
Alien 3, beyaz perdeye adımını attığı ilk filmi, aynı zamanda kendisinin en çok tartışılan David Fincher filmleri arasında. Alien 3, içlerinde bilim-kurgu efsanesi William Gibson’un da yazmış olduğu ünlü senaryo dahil bir avuç farklı senaryo dizisinden geçti. En sonunda kendini Fincher’in kucağında bulan nihai film senaryosu, serinin kahramanı Ellen Ripley’i (Sigourney Weaver) “yeniden-doğmuş” suçlularla dolu bir hapishane kolonisine yolluyor ve filmin ilk birkaç sahnesinde Ellen’in önceki filmlerde yer alan herkesi katledişine tanık oluyoruz.
Alien 3 birçok Alien hayranını hayal kırıklığına uğratsa da, bir korku filmi olarak değerlendirildiğinde hiç de fena değil. Görsel tasarım, sahip olduğu az ışıklandırmanın ve uğursuzluğu arzulayan gölgelendirmenin imkan sağladığı dehşet verici şiddet sahneleriyle tam bir Fincher işi. Ne yazık ki film yapım aşamasında pek çok farklı zorlukla karşılaştı ve Fincher, o zamanlar henüz, sayısız çekim yapmak gibi mükemmeliyetçi bir takıntıyı dayatacak şöhrete sahip değildi. Fincher geçmişe ve Alien 3’e dair yapılan her türlü röportaja katılmayı reddediyor ve görünüşe bakılırsa o filmi kendisinin yönettiğini bile unutmuşa benziyor.
9. THE CURIOUS CASE OF BENJAMIN BUTTON
The Curious Case of Benjamin Button, filmin hikayesine ışık tutarcasına, fevkalade süslenmiş ve hareket yönünün tersine doğru akan bir saatin 10 dakikalık bir hikayesiyle başlıyor. Tersine doğru yaşlanan ve zaman geçtikçe ona bakması daha da çekici bir hale gelen -öyle ki filmin nihai amacı bir yerden sonra zamanın daha hızlı ilerlemesini istemek haline geliyor- bir adamın ustaca tasarlanmış öyküsü. Benjamin Button’un hikayesiyle ilgili anlatılacak pek de bir şey yok: Film, daha çok kahramanımızın tüm hayatını bir günlükçesine anlatıyor ve yaşamı boyunca kurduğu ilişkiler üzerinden ilerliyor. Çok büyük ve çok küçük yaşlardaki bireylerin, görünüşlerinin ötesinde aslında pek de farklı olmadıklarına yönelik felsefi bir gözlem şansını izleyiciye sunuyor. Tıpkı diğer David Fincher filmleri gibi Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi de her bir karesi titizlikle hazırlanmış, çekici ve oldukça izlenebilir. Yine de günün sonunda… film, tuhaf genlere sahip bir çeşit mutanta aşık olan bir kadının, bu yüzden ebediyen cezalandırılışının hikayesi olmakla kalıyor.
8. THE GAME
1997 yapımı Fincher filmi, size hayatınızın en korkunç rol yapma oyunu tecrübesini yaşatıyor. The Game, yalnızca ilk kez izlediğinizde gerçekten etkili olan bir gerilim hikayesi. Bu belki de tüm gerilim filmleri için geçerli olabilir ancak, The Game bu ifadeye en fazla uyan filmlerden biri. Bir kere hikayenin sonunu öğrendiğiniz vakit diğer izleyişlerinizde tüm gerilim ortadan kalkıyor ve hikayenin kusurları gözünüze çarpmaya başlıyor. Fincher, hikayedeki tüm boşlukların ve mantık hatalarının bilerek yapıldığını ve amacının, gerilimin nasıl inşa edildiğine yönelik yapay bir gerilim ortaya koymak olduğunu söylüyor. Yine de ilk kez izlendiğinde kesinlikle vahşi bir film.
İlginizi çekebilir: Tüm Zamanların En İyi 75 Korku Filmi
7. THE GIRL WITH THE DRAGON TATTOO
Aynı isimli uluslararası kitaptan uyarlanan bu gizem-gerilim filmi, içerdiği acımasız cinsel şiddetle kendini pekiştiriyor. Bunların çoğu sahne dışında meydana gelse de, şahit olduklarımız dahi günümüzün kalan kısmını mahvetmeye yetiyor. Bununla beraber, Rooney Mara, varlıklı bir iş adamının yeğenini bulmak için kendisine yardım etmesi adına gazeteci Mikail Blomkvist (Daniel Craig) tarafından tutulan, dahi Lisbeth Salender rolüyle unutulmaz bir performansa imza atıyor.
Yine de Fincher’in usta yönetmenliği ve Mara’nın harika performansı bir yana, hikayenin gizemi bir miktar bayağı. Katilin kim olduğu neredeyse hemen anlaşılıyor ve kayıp yeğenin ortadan kayboluşunun nihai cevabı erkenden gün yüzüne çıkıyor. Garip bir şekilde kitap serisi bir üçlemeden oluşsa da, ne Fincher ne de Mara ve Craig serinin kalan kısmını tamamlamak için bir daha geri dönmüyor ve geriye kalan kısmın Amerika’da çekilmesi hala bekleniyor.
6. PANIC ROOM
Jared Leto’nun tuhaf saçına gülmeyi bırakabilirseniz, Panic Room sizin için hoş ve biraz da hantalca yazılmış bir gerilim hikayesine dönüşebilir. Jodie Foster ve Kristen Stewart, haneye tecavüz suçunun üç aşamasının sonucunda kendilerini bir panik odasına kapatmaya zorlanan Meg ve Sarah isimli bir anne kız çiftini canlandırıyor. Film eşsiz bir “kedi-fare” hikayesini anlatıyor. Kötü karakterler kahramanlarımızın nerede olduklarını tam olarak biliyor ve kahramanlarımız da panik odasının kameraları sayesinde kötü karakterin yapmakta olduğu eylemleri izleyebiliyor.
Hikayenin gerilimi, Meg’in bu duruma ne kadar katlanabileceğine dayanıyor. Filmde bir miktar fazlaca kullanılmış eklentiler de mevcut. Örneğin, Sarah görünüşe göre diyabet hastalığına sahip olmalı çünkü sahne yazarları Meg’in panik odasının kapılarını açmayı düşünmesine bir kılıf uyduramamış. Ayrıca, altın kalpli ve aslında hırsızlığa pek isteksiz olan Burnham, bir “deus ex machina”dan çok daha fazlasını kahramanlarımıza sağlıyor. Ama neyse ki David Fincher’ın kusursuz yönetmenliği ve birkaç güzel oyunculuk performansı sayesinde Panic Room, senaryosundaki hatalara rağmen keyifli bir gerilim filmi olmayı başarıyor.
İlginizi çekebilir: Size Her Şeyi Sorgulatacak 15 Psikolojik Gerilim Filmleri
5. FIGHT CLUB
Bir kuşak dolusu ahmak tarafından yanlış anlaşılmış bir ilke haline gelen Fight Club, psikolojik gerilim kılığına bürünmüş bir absürt komedi. Filmin anti-kapitalist demeçleri, asıl konu olan, orta sınıf beyaz bireylerin kendileri için inşa ettikleri konfor hapishanesinden kaçma çabalarını gölgede bırakıyor. Yine de film boyunca temaya hakim olan nihilistik düşünce öyle eğlenceli ki, göz devirmeye sebebiyet verebilecek denli çiğ olan, hayatın amacına yönelik yapılan gösterişli atıflar dahi sert ve ofansif kılınıyor. Fight Club, David Fincher usulü bir kaba komedi ve hikayenin “twist” noktası çok önceden tahmin edilebilmesine rağmen, izleyiciyi kendine hapseden, izlemesi keyifli kasvetli bir enerjiye sahip.
4. GONE GIRL
Gillian Flynn’in çok satanlar listesine giren tartışmalı kitabından uyarlanan Gone Girl, hikayesinin bir yarısından diğer yarısına tamamen farklı bir çehreye sahip eşsiz bir gerilim. Ben Affleck, eşi Amy’nin (Rosamund Pike) ortadan kayboluşunda ve muhtemel cinayetinde parmağı olan veya olmayan bir adamı, Nick Dunne’u canlandırıyor. Nick başlarda kendi masumiyetini savunmaya yönelik küçük davranışlarda bulunuyor ancak hikayenin gizemi derinleştikçe suçlamaların ve soru işaretlerinin doğrudan muhattabı haline geliyor. Daha sonra hikayenin ikinci yarısına varıyoruz ve Gone Girl, birdenbire tamamen farklı bir gerilim filmine dönüşüyor. Görsel olarak tüm David Fincher filmleri gibi bu film de olağanüstü bir izlenirliğe sahip. Bunun yanı sıra Rosamund Pike’ın Oscar adayı olmasını sağlayan Amy gibi ilginç performanslara da ev sahipliği yapıyor.
3. THE SOCIAL NETWORK
The Social Network, başrolünde Jesse Eisenberg’in; bir sosyal medya devinin kurulmasını ne denli çirkinliklerle, dolandırılıcılıkla ve alçaklıkla sağlayan Mark Zuckerberg’ü canlandırdığı bir Fincher filmi. Hikaye, Zuckerberg’ün tam anlamıyla sahip olduğu tek gerçek arkadaşı olan Eduardo Saverin’i (Andrew Garfield) de anlatmayı ihmal etmiyor. Film 2 saatlik süresinin çoğunda, şaşırtıcı bir şekilde aydınlık bir görüntüye ve dingin bir tempoya sahip. Bununla birlikte bazı sahneleri de oldukça komik ve eğlenceli. Ancak Fincher; Zuckerberg’in Eduardo’yu aşama aşama manipüle edip, tarihin en büyük skandallarından biriyle partnerinin ismini lekeleyerek bir kenara attığı bağırsak düğümleten zirve noktasına dek, onu hikaye boyunca oradan oradaya koşturmasıyla izleyiciyi can evinden vuruyor. Öyle ki, eğer daha önce Zuckerberg’e bir tane patlatmayı aklınızdan geçirmediyseniz, filmi izledikten sonra bunun için can atacaksınız.
2. ZODIAC
Fincher’in gerçekte yaşanmış bir olayı konu alan bu epik suç filmi; polisle ve medyayla, olay yerine bıraktığı gelecekteki kurbanları ve kendi kimliğine dair ipucu içeren ilginç mesajlarıyla adeta dalga geçen bir seri katilin yer yer korkunç, yer yer komik ve gizemli hikayesini anlatıyor. Jake Gylenhall bir gazetede karikatüristlik yapan ve Zodiac davasını çözmeyi takıntı haline getirip, davanın başta gelen araştırmacılarından biri haline gelen Robert Graysmith karakterini canlandırıyor.
Robert Downey JR. onunla birlikte çalışan Paul Avery’e hayat verirken, Mark Ruffalo ise polis müfettişi Dave Toschi rolünde. Kısacası oyuncu kadrosu muazzam. Ve filmin kendisi de, bu üç adamın katili yakalama yolundaki ölümle biten vakalarla, kıl payı kaçırmalarla ve şok edici gelişmelerle dolu neredeyse on yıl süren hikayesiyle büyüleyici bir akışa sahip. Zodiac yalnızca David Fincher’in en iyi filmleri içinden biri değil; ayrıca tüm zamanların en iyi suç filmlerinden biri.
1. SE7EN
1995 yılında beyaz perdeye çıkışını yapan Seven, belki de yapılmış en iyi suç-gerilim filmi. Morgan Freeman ve Brad Pitt ’in canlandırdığı iki dedektif, cinayetlerini İncil’de yer alan yedi büyük günah etrafında şekillendiren bir katilin izini sürüyor. Film oldukça gergin olmakla beraber izleyenleri kalbinin tam ortasından vuran unutulmaz final sahnesine dek acımasız bir tempoyla ilerliyor. Fincher’in yönetmenliği tamamen olaya odaklanmış durumda: iki ana karaktere dair bilmemiz gereken her şeyi, filmin değerli süresini boşa harcamadan, birbirleriyle olan ilişkilerinin zamanla gelişmesiyle öğreniyoruz.
İlginizi çekebilir: Brad Pitt Kimdir?
Hikayede sahip oldukları tek değer cinayetlerin gizeminde oynadıkları rol, ki bu teknik Fincher tarafından Zodiac filminde yine kullanılmıştı. Şiddet ögesi Yedi’de dehşet verici ve korkunç bir şekilde kullanılmasına rağmen, olayları tıpkı dedektiflerimiz gibi bizzat tanıklık etmeden, ikinci elden tecrübe ediyoruz. Bunun sonucunda sadece neticelere bakıp, parçaları elimizden geldiğince birleştirmek zorunda kalıyoruz. Listemizin sonuna gelirken; eğer bir David Fincher filminin uzaya gönderilip, uzaylı medeniyetler tarafından sonsuza dek muhafaza edileceğine karar verecek olsaydık, bu mutlaka Seven olurdu.
Çeviri: Arda Berk Arduç / Kaynak: Collider
Yorumlar 1