Kayıp bir döneme yazılmış inişli çıkışlı bir methiye.. Yönetmenin tüm beyaz kadınların birbirinin aynı, gerçek kurbanlarınsa erkekler olduğu 1960’lara yazdığı aşk mektubu, aynı derecede hem rahatsız ediyor hem de göz kamaştırıyor. Quentin Tarantino’nun şimdiye kadar yönettiği filmlerden belki de en Tarantino’msu olan filminin, Hollywood’a bir aşk mektubu olması pek de şaşırtıcı değil. Zaten bu zamana kadar kimse filmlere olan tutkusunu tüm şanlı (ve utandırıcı) yönleriyle onun kadar çok dile getirmemiştir.
Filmlerinde onun kadar az seçici olan, cinsellik ve şiddet adına iyi oyunculuk, üretim değeri, anlaşılır bir ana fikir gibi değerleri feda eden, mevcut akımlardan faydalanarak mali başarı peşinde olan, dövüş sanatlarından kovboylara ve 2. Dünya Savaşı’na kadar her şeyle flörtleşen biri de olmamıştır. Ancak sinema adı çıkmış vefasız bir metres ve Tarantino da belli ki intikam kavramına inanan biri. Once Upon a Time in Hollywood ise Tarantino’nun film camiası hakkında olan kara sevdası tadındaki eseri. Eğer bu yapım bir aşk mektubuysa, kesinlikle partnerinin hayatında başka birinin olduğunun anlaşıldığında duyulan ıstırap ve acıyı içeren türden.
Hollywood vampir gibi taze kana susamış haldedir!
Bir Zamanlar Hollywood’da başarıyı yakalamak beraberinde zamanla kendini gösteren değerini yitirme hissini de getirir. Hollywood, adeta bir vampir gibi her daim taze kana susamış haldedir. Aktör Rick Dalton (Leonardo DiCaprio, karakterinin kırılganlığını arada gelen hafif kekelemesiyle gösterir.) bu meselenin pekala farkındadır. Ancak bu farkındalığı durumunu kabullenmesini hiç de kolaylaştırmamaktadır. Önceden bir vahşi batı dizisinde başrol oynayan Rick, 1969 senesine geldiğimizde artık çaptan düşmüş, kendini viskiye vermiş ve sadece küçük kötü adam rollerini oynayan bir aktöre dönüşmüştür.
“Bir kardeşten ötesi, bir eşten ise daha azı”
Yeni programlara konuk olduğu zamanlarda gözlerinin önünde onun yerine geçen aktörler onu hezimete uğratmaktadırlar. Oldukça dobra bir yapımcıyla olan konuşmasından sonra miadını doldurmuş olduğu gerçeği yüzüne çarpan Rick, yaşlı gözlerini en yakın arkadaşı ve eski dublörü Cliff Booth’un (Brad Pitt) güneş gözlükleriyle saklamaya çalışır. Rick ve Cliff’in dostluğu, onların bu dengesiz dünyada güvendikleri sabit bir kazıktır. Filmin anlatısı bunu çok güzel özetler: “Bir kardeşten ötesi, bir eşten ise daha azı.”
Artık güncel olmamak, popülaritenin azalması, telefonların suskunlaşması korkusu bu camiadaki herkesi öyle ya da böyle günün birinde bulan bir şeydir ve Tarantino’nun kendisinin bundan muaf olduğunu sanırsınız. Hayranlık içindeki bir çocuğun Rick’e “Bu hayatımda gördüğüm en iyi oyunculuktu” diye fısıldadığı sahne maskülen bir duygusallıktan faydalanma amacıyla konulmuş. Bu sırada da, büyüklerine kaba bir üslupla yaklaşan gençler, erdemli bir yumruğun çelimsiz, ukalaca sırıtan hippi çenelere çarpış sesini öne çıkararak, hızlı ve etkin bir biçimde işliyor.
Bu, Hollywood hissiyatının karşıya müthiş bir şekilde aktarıldığı bir film seti. Günümüz Hollywood’unun bir yorumlanması olarak da ele alınabilir, yıllar boyunca dramatik bir biçimde yolundan sapan, gücün dengesinin kaydığı bir Hollywood. Bununla birlikte Tarantino’nun izleyiciyi kadına şiddet suçlamalarına maruz kalmış bir karakter için sempati hissetmeye ve onu desteklemeye yönlendirmesi #MeToo hareketine yaptığı bir kışkırtma gibi görünüyor.
Gerçek sıkıntı kurbanların orta yaşlı beyaz erkekler olarak gösterilmesi!
Kadın karakterlerin bu kadar basmakalıp olmaları işimizi zorlaştırıyor. İki istisna dışında (Margaret Qualley’in oynadığı ürkek hippi kız ve Julia Butters’ın canlandırdığı çokbilmiş çocuk oyuncu) kadın oyuncuların çoğu cadaloz ve şirret rolleri oynuyorlar. Buradaki gerçek sıkıntı ise asıl kurbanların orta yaşlı beyaz erkekler olarak gösterilmesi. Yönetmenin isteğiyle üzerine tartışma yapılmayan böylesine rahatsız edici bir sonla beraber bir de böyle sıkıntılar ortaya çıkınca bunlara müsamaha göstermek zorlaşıyor. Bunun yanındaki başka sorunlar ise filmin ilk saatinin çok düşük tempolu olması, Cliff’in iyi yönetilmemiş özgeçmiş sahneleri, Damian Lewis’in Steve McQueen’i canlandırmakta zayıf kalması, kalitesiz Bruce Lee sahneleri olarak özetlenebilir.
Ancak işin sonunda burada filmin yapımcısını temsil eden birçok şey var: hikayesindeki detayları düzenlerken aldığı zevk, insanın içini kıpır kıpır eden müzik seçimleri, kıvrak çekimleri, Robert Richardson’ın nostaljik sinematografisinin sıcaklığı… Böylesine bir filmi de zaten ancak Tarantino çekebilir ki bu sebepten dolayı kendisinin gündemden düşme korkusu iddiaları -en azından şimdilik- asılsız kalmaya devam ediyor.
Doğa Deren Aydın
Bunlar da ilginizi çekebilir
High Life Film İncelemesi – Robert Pattinson sonsuzluğun ötesine gidiyor
Yorumlar 1