Claire Denis’den son derece ürkütücü ve gizemli bir uzay draması. Uzaktaki bir kara deliğe yolculuğa çıkan astronot, ebeveynliğin (ve varoluşsal krizin) zorluklarıyla yüzleşiyor. Sürükleyici bir şekilde kurgulanmamış. Denis’in Derin uzay travması High Life, 23.yüzyıla doğru fırlatılan eski ahitvari bir eserdir. İlk sahne bilim kurgunun karamsarlığı, bastırılmış korku ve panik duygusunun hakim olduğu basınçlı bir kabinde geçmektedir. Denis bizi tekrarlayan bir rüyadaymışız gibi her seferinde sağa doğru kıvrılan, duvarları krem rengi panellerle kaplı uzay gemisinin koridorunu gösteriyor. Koridorun görüntüsü yıllar geçtikçe temiz hâlini, insan sıvılarıyla lekelenmiş harap ve terk edilmiş bir hâle bırakmaktadır. Bir dakika! O köşede ne var?
Bu film, meraklı ve sorgulayan çocukluğumuzda bize Cennet Bahçesi’ndeki iki kişiden veya gemideki iki tür temsilciden gelen bir ırkın nasıl yayıldığını anlatan hikayelerle oluşmuş, tabuları yıkıp merak etmeyi unutan bizler için hazırlanmış garip bir varoluş efsanesidir. Aynı zamanda bu film, Denis’in daha önceki filmlerinde olduğu gibi, toplumun genişlemesini ve cinselliğin baskı altındaki işleyişini konu alan başka bir hikayesidir. Denis tarafından yazılan bu film, Jean-Pol Fargeau, Geoff Cox ve Nick Laird’in görüntü yönetmenliğini yaptığı, Yorick Le Saux’un parlayan gizemiyle çekilmiş ve Tindersticks grubundan Stuart Staples’in ürkütücü bir müzikalle eşlik ettiği eserdir.
Hikayenin merkezinde;
Robert Pattinson tarafından canlandırılan Monteyi, anlamlı bir amaç için tasarlanmış, zarif ve aerodinamik kıvrımlardan yoksun uzay gemisinde tek başına görmekteyiz. Uzay gemisi içi çöplerle dolu büyük ve dikdörtgen şeklinde bir konteyner gibi uzayda asılı durmaktadır. İşin aslına baktığımızda Montenin tamamen yalnız olmadığını görüyoruz. Çünkü yanında Willow adında merhametle ilgilendiği, konuştuğu ama ona karşı hiç gülümsemediği minik bir bebeği de var.
Denis, burada sürükleyici şekilde kurgulanmamış bir dinamik yaratıyor. Bir yetişkinle, koruması altındaki ona güvenen bebeğinin ilişkisinde muazzam bir güzellik vardır. Ve bu güzellik, nezaket ve sevgiden başka hiçbir şeyle anlatılamaz. Kesin olmayan şeyse yaşanan olayların Monte’nin sevme duygusunu yok edip etmediği. Filmde Monte, çocuğun dışkısını geri dönüştürmekten bahsettiğinde anlıyoruz ki diğer mürettebat üyelerinin geri dönüştürülmüş atıklardan oluşmakta. Yani insanlığa yarar için uygulanmış marjinal, tabuları yıkan ya da yok oluş korkusuyla ortaya çıkmış çaresiz bir plan.
Flashbacklerde Monte’nin zamanında eski mahkumlardan oluşan halk düşmanı ve gerilimin hiç düşmediği büyük bir ekibin parçası olduğunu görüyoruz. Ekipte bilinenin aksine lider ya da kaptan yok gibi görünüyor. Otoriter kişiliğe en yakın isim tıp eğitimi almış birisi olan Juliette Bionche tarafından canlandırılan beyaz kaplamalı Dibs’dir. Gemideki diğer tüm umutsuz ruhlar gibi, Dibs’in de bir geçmişi var ve bu deneysel uzay görevinde yer alarak geçmişini kurtarması gerekiyor. Uzaktaki bir kara deliğin enerjisini toplamak ve Dünya’ya geri getirmek. Ancak oradaki yolculuk, herhangi bir normal insan ömründen daha uzun olacaktır. Bu nedenle gemi kara deliğe ulaştığında mürettebat üyelerinden ikinci veya üçüncü bir nesil yaratmaları beklenmektedir.
Dibs, cinsel ihtiyaçlarını kolayca karşılayan, yöneten ve üremeye yardımcı olan bir aletten yani adını “s*k*ş kutusu” koydukları (eski Orgasmatronlar gibi) cihazdan sorumludur. (Denis’in başka bir filmi olan “Let the Sunshine In”de de düşündüğüm gibi Binoche’nin rolü Isabelle Huppert’e verilse acaba nasıl olurdu merakının anlamsız bir başka zevki de var.)
Filmin ilham aldığı eserlerden biri de Solaris’dir
Andrei Tarkovsky’nin Solaris’deki (1972), uzay aracının ışıltılı görünüşü, yabancılaşmışlığı ve ağırlıksızlığı; Dünya Gezegeninin teknolojiden uzak doğallığıyla yan yana geliyor: toprak, akarsular, otlar ve bütün vahşi dokular; İnsanı kontrol altında tutan lekelenmiş parlak metalin hapsetmesinden çok farklı. Gelecek tahminlerinde ya da yeni ilgi çekici fikirlerde Artık neredeyse sınırsız şiddet, psiko-kimyasal reaksiyon, sessiz patlamalar meydana gelecek.
Denis’in pek çok filminde olduğu gibi, mesele ezici ölçüde güçlü bir havayı ve ruh halini kullanarak neredeyse fizyolojik bir yıkım hissi yaratmaktır. Filmde ise bu olguya uzayın engin ve soğuk bölgelerinde rast gelmekteyiz. Bu durumu film bittikten çok sonra vücudumun sarsıldığını ve zonkladığını hissederek fark ettim.
Mehmet ÇOLAK
Bunlar da ilginizi çekebilir
Filmlerden Dolayı İnandığımız 10 Uzay Efsanesi
Dokuzuncu Gezegen, Büyük Patlama’dan Kalan Bir Kara Delik Olabilir
Tüm Zamanların En İyi 30 Romantik Filmi
“Ant-Man ve Wasp” Film İncelemesi
Yorumlar 1