Kasabalar ve şehirler uzun zamandır imrenilen prestijli unvanlara sahiplerdi. Bunların bazıları geçiciyken, bazıları yüzlerce hatta binlerce yıl sürdü. Konstantinopolis ‘Şehirlerin Kraliçesi’ olarak bilinecek olsa da, Roma bin yılı aşkın süre boyunca ‘Ebedi Şehir’ unvanını elinde tuttu.
Fakat şimdiye kadar var olan tüm şehirlerden biri, özellikle heybetiyle göze çarpıyordu. Uzun bir süre, gezginler ve yabancı büyükelçiler tarafından yapılan canlı tasvirler abartılı olarak kabul edildi ve birçok kişi bunun ‘daha önce hiç görülmemiş, hazinelerle dolu, göz kamaştırıcı bir dizi saray’ olduğunu söyledi.
Ancak yakın zamana kadar, kayıp şehrin kazısı başladığında, bu iddiaların çoğu yeniden gözden geçirildi. Gerçekten var olduğunu gösteren çok sayıda mermer sütun, güzel süslü dekorasyonlar ve sayısız hazinelerle resmedilmiş bu ‘Parlayan Şehir’ ortaya çıkmaya başladı.
Ama bu şehir neydi, kim kurmuştu ve daha önemlisi neden bin yıldır unutulmuştu?
ŞEHİR NEDEN İNŞA EDİLDİ?
Onuncu yüzyılın başlarında, İber Yarımadası büyük bir değişim geçirdi. Roma’nın çöküşünün ardından bir zamanlar orada hüküm süren eski Vizigot krallığı gitti, yerine ise Emevi hanedanının bir üyesi olan ve III. Abd-ar Rahman (891-961) tarafından yönetilen Endülüs adında yeni bir imparatorluk kuruldu.
III. Abd-ar Rahman, 929’da kendisini Halife ve tüm Müslümanların hükümdarı ilan etti. Ancak o dönemde Bağdat’ta Abbasi Halifesi ve Kahire’de ise Fatımid Halifesi vardı. Bu Halifeler kendi kurallarına göre şehirleri yönetiyorlardı.
Bağdat, Dicle nehrini çevreleyerek fazlasıyla konaklarla süslenmiş, mermerden yapılmış bir şehirdir. Aynı zamanda birçok ünlü bilim adamının yetiştiği, yüksek eğitim ve öğretiminin merkezi olduğu bir şehirdir. Kahire ise, Orta Doğu’nun kültürel kalbi ve mimari harikalarının oluşturduğu bir kaleydi.
Buna karşılık, Abd-ar Rahman III, Endülüs’ün başkenti Cordoba’da hüküm sürdü. Avrupa’nın en büyük şehir merkezlerinin arasındayken yeni halife daha iyisini istedi. İstediği şey onurlu duruşuna yakışır bir şeydi.
Abd-ar Rahman III Doğudaki komşu ülkelerle rekabet edebilmek için yeni bir başkent inşa etmesi gerecekti. Dünya’nın göreceği en büyük şehir yapmayı planlıyordu. Bunun sonucunda, 936 yılında yeni mega projesinin inşaatı başladı. Cordoba’dan sadece 5 km uzaklıkta bulunan Parlayan Şehir Madinat al-Zahra’nın temellerini atıldı.
Bazıları, III.Abd-ar Rahman’ın bu şehre en sevdiği cariyesi Zehra’nın adını verdiğini söylese de, insanların şehrin ihtişamını öğrenmesi için ona ‘Parlayan Şehir’ adını verdiği yönündeki olasılık daha fazladır.
ŞEHİR NASILDI?
Abd-ar Rahman III, değerli şehrinin inşaatına gelince hiçbir masraftan kaçınmadı. Burası yaklaşık 10.000 işçi gerektiren ve 250 dönümlük araziyi kaplayan, sıfırdan yapılmış en büyük şehirdi. Aslında, bu o kadar büyük bir projeydi ki, oğlu II. Hakem’in hükümdarlığı döneminde de (961–976) inşaatı devam etti.
Bu şehir, Sierra Morena dağlarının eteğinde bulunmaktaydı. Her iki tarafında da çok sayıda kule bulunan, güçlendirilmiş duvarla çevriliydi. İçerisi taşla döşenmiş yollara sahipti ve III.Abd-ar Rahman, araziyi süslemek için çoğu Roma kökenli binlerce antik mermer sütun, heykel ve diğer süs eşyaları tedarik etti.
Şehir üç teraslı platformdan oluşuyordu. En üst terasında kraliyet sarayı, mahkeme ve hükümet binaları vardı. Orta terasta bahçeler, köşkler ve havuzlar bulunurken, en alt teras ise şehirde yaşayan asker ve tüccarların pazar ve yerleşim yerlerini içeriyordu. Ancak en alt terasta olman, varlıklı biri olmadığın anlamına gelmiyordu.
Burası bir rüyalar şehriydi ve nereye giderseniz gidin, eski bronz grifon heykellerini, mermer çeşmelere dağ suyu döken atları görebilirsiniz. Palmiye ağaçlarının gölgelediği muhteşem bahçeleri ve çevreyi süsleyen paha biçilmez halıları olan kocaman gösterişli villaları da görebilirsiniz.
Şehirde garip hayvanlarla dolu bir hayvanat bahçesi, nadir kuşların olduğu bir kuş kafesi ve çok büyük göletler vardı. Bu göletteki balıkların her gün 12.000 ekmekle besleniyordu.
Ancak asıl güzellik kraliyet sarayındaydı. Burada duvarlar fildişi, abanoz ve jasper (Değerli bir taş) işlemeydi. Sarayın girişini inci ve değerli taşlarla süslenmiş heykeller çevreliyordu.
İçeri adım attığınızda, renkli mermer levhalarla kaplı Halifeler Salonu’nda karşılanacaksınız. Merkezde, odanın etrafında süzülen ve tüm ziyaretçilerin gözlerini kamaştıran bir ışık yaratan cıva havuzu olduğu söyleniyordu.
Saray’ın son bölümünde Halife’nin diplomatları ve elçileri kabul edeceği taht odası vardı. Tüm bunları inşa eden adamla tanışmak gerçekten güçlü bir duygu olurdu.
Bu şehirde 14.000 kadar insan yaşıyor olsa da, bu uzun sürmedi. Yüz yıldan kısa bir süre sonra şehir yağmalandı ve harabeye döndü.
Şehrin Sonu
El-Hakam II öIdüğünde, yerine sadece on dört yaşında olan ve siyasette tecrübesi olmayan oğlu II. Hişam (965-1013) geçti. Fiili yönetime ise genç Halife’nin vekili olarak hareket eden Al-Mansur olarak bilinen İbn Abi Amir geçti.
Ancak El-Mansur’un 1002’de öImesi, varisleri ile II. Hişam arasında bir güç mücadelesi yarattı. Bunun sonucunda bir iç savaş ortaya çıktı. Farklı generaller tarafından yönetilen Araplar ve Berberiler arasındaki rekabet daha da belirginleşti. Sonunda, bir Berberi ordusu Madinat al-Zahra’ya girdi ve tüm zenginlikleri için burayı yağmaladı.
Birkaç on yıl boyunca, rakip valiler kendi eyaletlerini oluşturmaya başladılar ve Parlayan Şehir harabeye döndü. Değerli eşyalarının çoğu alındı ve bir zamanların gururlu şehri şimdi için için yanan küller arasında yatıyor. Zamanla şehir unutulmuş, sonunda zamanın kumları altına gömülmüştü. Bu sadece bir efsaneydi, bir zamanlar var olan ya da olmayan bir altın çağa kadar uzanıyordu.
Nihayet 1911’de şehir yeniden keşfedildi, ancak şimdiye kadar şehrin sadece küçük bir kısmı kazıldı. Yerin altında daha ne sırlar yattığını kim bilebilir?
Çağlar boyunca birçok şehir gelip geçmiş olsa da, böyle anıtsal bir mimarinin tarihten silindiğini görmek her zaman üzücüdür. Bazıları bunların boş projeler ve muazzam bir kaynak israfı olduğunu iddia etse de, bir hatırlatma görevi görüyorlar. Bu hatırlatma ise insanların birlikte çalışarak büyük başarılar elde edebilecek olmalarıdır. Kaynaklar için savaşmayı ve rekabeti bırakırsak, arkamızda büyük miraslar bırakabiliriz.
Madinat al-Zahra artık ayakta olmayabilir, ancak yine de karmaşık sanat eserlerini, güzel mimarisini ve saf güzelliğini takdir edebiliriz. Belki yeterince yakından bakarsak, neden Parlayan Şehir denildiğini görebiliriz.
MERYEM SENA BABACAN