Okyanuslar dalgalarının yalnızlığında yol alan denizciler, en çılgınca arzu ve korkularının gerçeğe dönüştüğüne şahit oldular. İlk tarihi kayıtlarda baş döndürücü güzellikleriyle kendilerini duyuran deniz kızları, zamanla meçhul denizlerin cesur kaşiflerini sonlarına sürüklemeye hazır korkunç canavarlar olarak anılacaklardı. Erkekleri öIümlerine sürüklediğine inanılan deniz kızlarını her ne kadar hayalî birer figür olarak bilsek de okyanus kaptanlarının seyir defterlerinde tuttukları yer şaşırtıcı derecede zengindir.
Peki bu efsane nerede ve nasıl başladı ve günümüzde neden hâlâ karşılık bulmakta?
Kolomb, seyir defterlerinde, Amerika’ya ilk seferinde üç deniz kızı gördüğünü yazar. 4 Ocak 1493’te tuttuğu kayıtta “denizden yükselen ama anlatıldığı kadar güzel olmayan” dişi figürleri gözlemlediğini anlatır. Elbette ki bu yaratιklar ya yunus balıkları ya da deniz ayılarıydılar ama dünyanın bilinmeyenine yelken açmış tüm denizciler gibi Kolomb da sürprizlere açıktı. Üstüne üstün aklı, Avrupa’nın bilinen kıyılarının çok ötelerindeki görülmemiş bölgelerle ilgili Ortaçağ tasvirleri, fablları, gezgin anlatıları ve astrolojik kehanetleri ile tıka basa doluydu.
Tarihçi Archiniegas, Kolomb’un başucu kitabının, Kardinal Pierre D’Ailly’nin (ö. 1420) Imago Mundi’si olduğuna dikkat çeker. On beşinci yüzyılın başlarında bir “yeni çağ” düşünürü (her çağ, o çağın insanları için yeni çağdır) tarafından kaleme alınmış olan bu kitap, bilinmeyen dünyanın akılalmaz tasvirlerini içinde bulundurur.
Bir zamanlar deniz kızlarının gerçekliğine bu denli inanılmış olması biz yeni çağ düşünürleri için kafa karıştırıcı olabilir. Ne var ki Kolomb’un başucu kitabının yazarı D’Ailly’nin iddia ettiği gibi “öte yarımküre”nin toprakları devler, cüceler, köpek suratlı köIeIer ve Amazonlar tarafından mesken edilmiş olduğuna göre, bu toprakların etrafındaki denizler de elbette ki böyle yarı kadın-yarı balık, baştan çıkarıcı yaratιklarla dolu olacaktı.
Burada şaşılacak ne olabilir ki?
Kardinal D’Ailly’nin atlasının yanı sıra Mandeville’in o dönem yayınlanmış fantastik öykü derlemesi “Rahip John”, Kolomb, Marko Polo ve okuma yazma bilen tüm imtiyazlı dönem kaşiflerinin akıllarına deniz kızları fikrini işlemeyi başardı. Ne var ki okuma yazma bilmeyen denizcilerin büyük çoğunluğu için sadece Avrupa limanlarında halk arasında dönen batıl inançlar ve çılgın dedikodular vardı. Eski deniz yolculuklarının şiddetli fiziksel ve duygusal yoksunluğu da bunlara eklenince, bazı seyir defterlerinin de onayladığı üzere okyanusun sonsuz dalgalarında sürüklenen denizcilerin fantezileri ve engellenemez halüsinasyonları, şahit olunan gerçekliği de çığırından çıkarmayı başardı.
Bu görkemli Rönesans kaşiflerini etkilemiş bilginlerin yüzyılından ayrılıp milattan sonraki ilk yüzyıllara dönecek olursak, Romalı komutan, doğa bilimci ve filozof Büyük Plinty‘nin (ö. 79), otuz yedi ciltlik Doğa Tarihi’nde vücutları “kaba ve bütünüyle pullu” olan deniz kızları ve “deniz perileri”nden bahsettiğini görürüz. Yine de bu yaratιkların bildiğimiz biçimiyle ilk resmedilişi, ern erken dönem Hıristiyan metinlerinden Physiologus’un “Hayvanlar” bölümünde karşımıza çıkar.
Hayvanlar ve onların doğaları hakkında olan bu inceleme, 1724’e kadar tüm dünyada birçok tercümesiyle beraber basıldı ve yayımlandı. Physiolohus’a göre bir deniz kızı, “göbeğinin üstü bir bakire, göbeğinin altı ise bir balık olarak mükemmel şekillendirilmiş bir deniz yaratιğıdır ve bu yaratιk fırtınada memnun ve neşeli, açık havada ise üzgün ve ciddidir.”
Bu mahlûkun doğasındaki tuhaf ikilem daha sonra Hıristiyan yazarlarca, bilhassa rahiplerce geliştirilip detaylandırılacak karanlık bir yan olarak tenkit edilecektir.
On üçüncü yüzyılın ortalarına dek deniz kızları, Hıristiyan rahiplerinin ve katiplerin vakayinamelerinde ve teolojik ansiklopedilerinde, hem fiziksel hem de ruhsal yönleriyle detaylı biçimlerde tarif edildi.
Bu eserlerden biri olan Bartholomew Angelicus’un (ö. 1272) De Propietatibus Rerum’u, deniz kızını ilk defa öIümcüI derece cazibeli, karşı konulamaz bir kadın olarak tanımladı: Deniz kızları, söyledikleri edepsiz şarkılarla denizcileri baştan çıkarıyorlardı. Angelicus’a göre deniz kızları “erkekleri felakete sürükleyen korkunç f@hişeler”di. Tipik olarak bir deniz kızı, şarkısına kulak veren denizcileri uyuşturup uykuya daldırır, aralarından birini kaçırıp “kuru bir yer”de onun ιrzιna geçmeye kalkar. Eğer denizci direnirse “o zaman onu katIeder ve etini yer.”
Deniz kızlarının bu ahlaksız doğalarını önce tespit, sonra tenkit eden rahipler, en sonunda onları Hıristiyanlaştırmaya karar verirler. Deniz kızlarının ruhlarını refaha erdirme arzusu Orta Çağ ve sonrasında hararetli bir tartışma meselesi haline gelmiş ve nihayet bazı dini takvimlere göre altıncı yüzyılın başlarında İrlanda’nın kuzeydoğu açıklarında bir deniz kızı yakalanıp vaftiz edilmiş, eğitilmiş ve “Aziz Murgen” adını almıştır.
Kilise, halk arasında konuşulan yaygın pagan efsanelerini ve inançlarını reddetmek yerine onları Hıristiyanlığa uyarlamayı tercih ediyordu. Kilise’nin otoritesi açısından deniz kızları hem bir erdem ya da günah simgesi olarak oldukça kullanışlı olma potansiyeline sahipti. Bir Karmelit keşişi olan John Gerbrandus, 1403 yılında, Hollanda’da bir “vahşi kadın”ın kıyıya vurup kendini bir harap duvara sürüklediğini ve kuyruğunu civar toprak setlerdeki çamura panikle vururken olay yerinden geçen sütçüler tarafından kurtarıldığını kaydeder.
Kadın köylüler tarafından giydirilir ve beslenir. Köylü kadınlar ona örgü örmeyi öğretirler; o da perdeli parmaklarıyla yün örmede oldukça başarılıdır. En nihayetinde Haarlem’e götürülür, orada ona “haça tapmak” öğretilir ve deniz kızı on beş sene boyunca sessiz bir takva ile ibadet ederek yaşar. Bu hikaye, John Swan’in 1635’te basılan Speculum Mundi’sinde de anlatılmaktadır.
Kilise, 1560’ta Ceylon açıklarında balık ağlarına yakalanan yedi deniz kızı için bilimsel soruşturmaya girişir. Bir grup cizvit ve Goa valisinin yardımcısı olan Bosquez adında bir hekim, otopsiler yapıp bulgularını “İsevî Cemiyet” isimli Hıristiyan yıllığında yayınlar. Bu araştırmaya göre deniz kızları, hem anatomik açıdan hem de ruhsal anlamda insanlarla eşdeğer bulunmuştur.
Bu yaratιklar muhtemeldir ki Amerikan deniz ayılarının Asyalı akrabaları olan dugonglardı ve bu deniz m∈m∈lileri, Yunan gezgin Magasthenes tarafından Hint Okyanusunda dördüncü yüzyılda keşfedilmişlerdi. Ne var ki 1560’da insanların deniz kızları hakkındaki yaygın kültürel fikirleri, deniz m∈m∈lileri hakkındaki genel kültürlerini gölgede bırakacak kadar fazlaydı.
1599’da, Bolognalı Ulysses Aldrovandi’nin tuhaf illustrasyonlarla dolu Historia Monstrorum’u (Canavarlar Tarihi) yayınlandı. Hayvanlar aleminin bu kapsamlı katalogu, diğer bilinen “canavarlar” arasında deniz kızlarını da resmetmekteydi. İçerdiği meşhur çizimlerin birisinde, Nil deltasında bir sivil sulh hakiminin iki saat boyunca birbirlerine sarılırken gözlemlediğini söylediği bir deniz adamı ve eşi de vardı.
Rönesansın önde gelen hayvan bilimcileri arasında Aldrovandi, “ilginç söylentiler avcısı” olarak nam salmıştı. Eseri, bugün bakıldığında, organize olmuş cehaletin grotesk ve öğrenilmiş bir özetidir. Peki ya dönemin meşhur kaşiflerinin bizzat gözleriyle gördükleri bu olayları nasıl açıklayabiliriz?
1608’de, İngiliz denizcisi Henry Hudson, Çin’in baharat pazarına kuzeyden bir yol bulabilmek için çıktığı ikinci seferine çıkar. Rusya’nın arktik kıyılarındaki kutup buzlarının civarlarında dolaşmaktadır. 15 Haziran’da, Nova Zembla açıklarında, seyir defterine şunları yazacaktır:
Bu sabah, denizi izleyen yoldaşlarımızdan birisi bir deniz kızı tespit etti. Biz deniz kızını görmek için gittiğimizde gemimizin dibinde bir deniz kızı daha belirdi. Bize bakıyordu. Bir süre sonra bir dalga gelip onu devirdi. Göbeğinin üstü, sırtı ve m∈m∈l∈ri aynı bir kadınınki gibiydi. Bedeni bizim çocuklarınki kadar büyüktü; derisi oldukça beyazdı ve sırtına dökülen uzun bir saçı vardı, siyah renkte; uzandığında onun bir domuz balığınınkine benzeyen ve uskumru gibi benekli olan kuyruğunu gördük.
Hudson, tayfasıyla beraber deniz kızı gördüğüne oldukça emindi. Peki bu yaratιk bir deniz aygırı olamaz mıydı? Ya da bir yunus balığı?
1860’larda, deniz kızının bir hayvan türü olduğunu duyuran seçkin Viktoryen biyolog ve doğa bilimcisi P. H. Gosse’ye göre cevap netti: Soğuk deniz gemicileri, yunus balıklarını ve morsları “henüz tanımlanamamış bir varlık formu” ile karıştırmayacak kadar konuya hakimdiler. 1861’de The Romance of Natural History’sini kaleme alan Gosse, sadece deniz kızları konusunda değil, Afrika’da rastlandığı iddia edilen “tek boynuzlu at” (unicorn) ve Güney Amerika’da bulunma ihtimali olan “Eski-dünya büyük insansı-maymunu” konularında da heyecanlıdır.
Hudson’ın yolculuğundan altı sene sonra, bir başka İngiliz kaptan olan John Smith, Karayip’te “mümkün olan tüm inayetiyle yüzen” bir deniz kızı görür. En başta, bedeninin üst bölümü mükemmel bir şekilde insana benzediğinden bunun bir kadın olduğunu düşünür:
“Fazlasıyla yuvarlak, büyük gözleri, harika biçimli küçük bir burnu; normalden biraz fazla büyük, güzel şekilli kulakları” vardır “ve uzun, yeşil saçları hiçbir anlamda gösterişsiz olmayan asil bir karakteri temsil etmekte”dir. Smith, yaratιk aniden dönüp “belinin altındaki balığı” gözler önüne serene kadar “aşkın ilk etkilerini çoktan tecrübe etmeye başlamış” olduğunu itiraf eder.
Nasıl olduysa yüzyıllar boyunca, deniz kızları hakkındaki en etkileyici bilgiler ruhban sınıfı tarafından toplanmıştır. Afrika’daki Hıristiyan misyonerler, 1700’lerde, Angola yerlilerinin deniz kızlarını yakalayıp yediklerini öğrenirler. Bu keşif, kafa karıştırıcı bir teolojik soruyu beraberinde getirecektir: “Deniz kızları, en azından yarı-insan olduklarına göre öIdürülüp tüketilmeleri caiz midir?”
Avrupa’da oldukça geniş bir entelektüel ilgi uyandıran bir olayda, Hollandalı denizciler Borneo açıklarında bir “deniz hanımı” yakalayıp onu büyük bir fıçıda yaklaşık bir hafta tuttular. Bu deniz kızı bir buçuk metre uzunluğunda, zaman zaman “bir fare gibi ufak hıçkırıklarla ağlayan” meşhur “Amboinli Deniz Kızı”ydı.
Deniz kızı fıçıda öIdükten sonra dışkısı incelendiğinde bir kedininkini andırdığı tespit edildi.
Yaratιğιn bir kitaptaki illüstrasyonundan oldukça etilenen Rus Çarı Büyük Peter, 1717’de bu deniz kızının esaretiyle ilgili bazı gerçekleri öğrenebilmek amacıyla, kitabın yayımcısıyla görüşmeye tebdili kıyafet Amsterdam’a gitti.
Bir deniz kızı bulma arzusu, Rönesans’ın ötesine taştı ve “Aydınlanma Çağı”na da uzandı. Sayısız Avrupa neşriyatı, yaratιğι gören ve onunla iletişime geçen insanlardan bahsedip durdu. Örneğin 1739’da The Scots Dergisi, Halifax gemisinin Doğu Hint Adalarında istihkakını alamayan mürettebatının birkaç denizkızı yakalayıp yemek zorunda kaldıkları haberini yayınladı. Londra’ya vardığında bu denizciler, yakaladıkları deniz yaratιklarιn nasıl “yüce bir hassasiyet”le inlediklerini anlattılar. Etleri, anlattıklarına göre, dana eti gibiydi.
On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru; Newton, Priesley, Watt, Owen gibi Aydınlanma Çağı teorisyen ve bilim insanlarının döneminde deniz kızlarına yönelik ilgide bir düşüş saptarız. Yine de bu dönemin sonlarına doğru, deniz edebiyatı, tüm sınıflardan insanların deniz kızlarına yönelik ilgisini doruklara taşımıştır. Benwell ve Waugh’un “Sea Enchantress (Büyüleyici Deniz Kadını)” isimli eserlerinde ifade ettikleri üzere deniz kızlarının büyüleyici ve gizemli bir mesele olarak kaldığı 19. Yüzyıl’da bu yaratιkların varlığına duyulan genel inanç azalsa da ilgi azalmamış, hatta artmıştır bile.
Belki de diğerlerine göre yüksek okuma-yazma oranına sahip olduğu için İskoçya’da rastlanan deniz kızı hikayeleri oldukça detaylı ve gerçekçidir:
1797’de, Caithnesslı bir öğretmen olan William Munro, bir kayanın üstüne oturmuş, omzuna dökülen uzun saçlarını vakur bir şekilde tarayan bir deniz kızı görür. Alnı yuvarlaktır, “dolgun bir yüz, al yanaklar, mavi gözler, doğal halinde bir ağız ve dudaklar.” 1811’de M’Isaac adlı bir çiftçi, Kintyre’de bir uçurumun kenarında “boş bir ifadeyle bakan” bir deniz kızı görür. Yaratιk suda m∈mesini okşayıp yıkar ve rüzgarda uçuşan saçlarını el çabukluğuyla tarar. Yelpaze biçimli kuyruğu bu sırada “huzursuz bir kıpırtı içinde”dir.
En önemli vakalardan birisi, Hebridler kıyılarında küçük bir ada olan Benbecula’da, 1830 yılında meydana gelir:
Kıyıda su yosunu kesen bir çiftçi kadın, yaklaşık bir metre ilerisinde mutlu bir şekilde takla atan, balık formunda bir “minyatür kadın”a rastlar. Korkan kadın köydekilere haber verir. Minyatür kadın, arkasından kuyruğunu çarpa çarpa uzaklaştığı için insanlar onu yakalayamazlar ama bir oğlan bir taşla onu arkasından vurur. Günler sonra deniz kızının c∈sedi kıyıda yıkanır. Zarif c∈set geniş bir kalabalığın ilgisini uyandırır. Nihayet bölgedeki yetkililer titiz bir inceleme gerçekleştirir ve sonuçlar kaydedilir. Herkes bunun bir deniz kızı olduğuna ve kısmen insan özellikleri sergilediğine emindir. Sonuç olarak, bir tabutla defnedilir ve tabut, adadaki hukuk mahkemesi başkanının emriyle hazırlanır.
“Benbeculalı Deniz Kızı”nın detaylı incelemesi 1900’de, seçkin bir Gal alimi olan Alexander Carmichael tarafından titizce hazırlanıp yayınlanır. Bu incelemeye göre yaratιğιn üst kısmı “anormal gelişmiş m∈melerle birlikte, üç ya da dört yaşlarında besili bir çocuğun ebatlarına yakın”dır. “Saçı uzun, siyah ve parlak, fakat derisi beyaz, yumuşak ve narin”dir. “Bedeninin alt tarafı somon balığı gibi ama pulsuz”dur.
On dokuzuncu yüzyıl sirklerinde, Amerikan şovmen Barnum’unki de dahil olmak üzere, Atlantik’in iki tarafında da sayısız sahte deniz kızları sergilendi. 1850’de Japonya’ya yaptığı ziyarette tarihçi Andrew Steinmetz, bu sahte deniz kızlarını oradaki balıkçıların maymun cesetleriyle büyük balık cesetlerini birleştirerek yaptıklarını keşfetti.
Onca zaman geri dönen balıkçılar, bu sahte deniz kızlarını evlerine hediye olarak getirmişlerdi; hatta bunlardan bazıları Avrupa müzelerinde yer edinmişlerdir. The Magic Zoo adlı kitabında Peter Costello, bu örneklerden birinin, nesillerden beridir ona sahip olan ve onunla övünen bir aile tarafından saygın deniz biyoloğu Alistair Hardy’e hediye edildiğini yazar. Ceset üzerinde yapılan bir X-ray, cesedin iki yarısının bir arada durmasını sağlayan telleri açığa çıkarmıştır. British Museum bu ufak deniz kızını 1961’deki ünlü hileler ve sahtekarlıklar sergisi için almıştır.
Seyahatlerin, uğraşların ve yalnızlıkların baskılarıyla ve inanma isteğiyle birleşerek büyüyen deniz kızı efsanesi, insan algısını yüzlerce yıl saptırmayı başardı. Geçmişte deniz kızı gördüğünü düşünen insanların fikirlerindeki sabitlik, geçmişe gidildiğinde, gülünç bir tuhaflık meydana getirmektedir. Yine de bu tuhaflık, temelde, bugün uçan disklerin hareketine ve Loch Ness canavarına şahitlik edenlerinkinden çok çok az farklıdır. Hayal gücünün birçok ürünü gibi, deniz kızı da, insanlığın en ilgi çekici tasavvurlarını hiç görülmemiş şeylerin oluşturduğu çelişkisine tuhaf bir örnek teşkil etmektedir.
- https://issuu.com/seahistory/docs/sh_068_winter-1993-94/46
- Sea History Jurnali
- Dr. Anthony Piccolo (Manhattanville Üniversitesi)
Çeviren: Onur Yürür