Dünyamızdaki tüm buzullar erirse, küresel deniz seviyesi 70 metre kadar yükselir. Bu da denize kıyısı olan tüm şehirlerin sular altında kalması demektir.
İklim değişikliğinin sebep olduğu tüm yıkıcı etkiler; yani sıcaklık artışı, kutup buzullarının erimesi, kuraklık ve çölleşme; geleceğin olası problemleri değil, günümüzün nahoş gerçeklikleri. İklim değişimi karşımıza sadece bir çevre sorunu olarak değil, hayatımızın her yönüne nüfuz eden büyük bir sorun olarak çıkıyor.
Devlet yönetimlerinden ekonomiye, sağlıktan yaşam alanlarımıza kadar her alanda etkisini gösteriyor.
Yaşadığınız şehir tamamen sular altında kalsaydı nereye giderdiniz?
Dünyanın her yerinde milyonlarca insan bu soruya hali hazırda bir cevap aramakta. 2017’de toplamda 68.5 milyon insan yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Bu sayı, Brookings Enstitüsü’ne göre insanlık tarihinde bir rekordu. Bu insanların üçte biri; sel, orman yangını ve yoğun fırtına gibi ani hava olaylarından ötürü göçe zorlandı.
Dünya Bankası’nın 2018 raporuna göre; somut önlemler alınmazsa, 2050’ye kadar sadece Afrika, Güney Asya ve Latin Amerika’da 143 milyon insan iklim değişiminin yıkıcı etkilerinden ötürü yurtlarından olacak. İklim değişikliğinin sonuçlarını kaldırabilecek gelişmişlikte bir altyapısı bulunmayan ülkelerde yaşayan insanların sayısı ise bir milyardan fazla.
Bu değişikten en kötü etkilenecek yerlerse Pasifik Adaları. Buralarda deniz seviyesi her yıl 12 milimetre yükseliyor. Sekiz ada çoktan sulara gömüldü bile. Uzmanlara göre, 2100 yılına kadar Pasifik’te 48’den fazla ada tamamen sular altında kalacak.
Peki buralarda yaşayan insanlara ne olacak?
İklim sebebiyle yurtlarını terk etmek zorunda kalan bu insanlar ne olarak adlandırılacak? Konuyla ilgili temel problemlerden biri şudur: Bu insanları dahil edebileceğimiz evrensel bir göçmenlik tanımımız henüz mevcut değil. Bu önemli bir mesele. Çünkü standart bir sınıflandırma metodumuz olmadığı sürece kaç insanın çevresel/iklimsel faktörlerden ötürü göç ettiğini saptamamız imkansız. Günümüzde bu sayıları saptamaya çalışanlar, çoğunlukla “ekolojik mülteci” terimini kullanıyorlar.
Uzmanlar bu terimi ve tanımını, Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) araştırmanı Essam El-Hinavi’nin 1985’te Birleşmiş Milletler için yazdığı “Ekolojik Mülteciler” isimli rapordan aldılar. El-Hinavi bu raporda ekolojik multecilerin tanımını şöyle yapıyor:
… varlıklarını tehlikeye atan ve/veya yaşam kalitelerini ciddi anlamda etkileyen (beşeri ya da doğal sebeplerden kaynaklı) ekolojik sıkıntılardan ötürü geleneksel çevrelerini anlık ya da sürekli olarak terk etmeye zorlanan insanlar.
Bu tanımlama, mevcut tartışmalarda bir referans noktası olarak kabul görmeye devam ediyor. Problem şu ki; 1951 Cenevre Mülteci Sözleşmesi’ne göre mülteci, “ırk, din, ulus ya da bir sosyal gruba/politik fikre olan aidiyeti sebebiyle eziyet göreceğine dair geçerli bir korkudan ötürü ülkesine dönemeyen ya da dönmek istemeyen kişi” olarak tanımlanmakta. Haliyle ekolojik mülteciler, yasal olarak mülteci statüsüne dahil edilemiyorlar.
İklim Değişikliği İnsanları Nasıl Yurtlarından Ediyor
Ekolojik multecilerin yurtlarını yitirmeleri; kısmen ekolojik yıkım, kısmen de vahim sosyoekonomik koşulların bileşiminden kaynaklı, karmaşık bir meseledir. İnsanlar, geçim ve güvenlik olanakları tehlikeye düştüğünde yurtlarını terk etmek zorunda kalırlar.
İklim değişiliği; birçok problemin yanı sıra kıtlık ve kuraklık, ormansızlaşma, toprağın verimsizleşmesi, deniz seviyesinin yükselmesi, sel baskınları, şiddetli ve sık fırtınalar, depremler, volkanik patlamalar ve besin kaynaklarının tükenmesi gibi sorunları da tetikler. Bunlar da insanların geçim ve güvenlik olanlarını ciddi anlamda tehlikeye sokan sorunlardır.
Ekonomi ve Barış Kurumu’nun Eylül ayında yayınladığı 2020 Ekolojik Tehdit Sicil Raporu’na göre iklim değişimlerinin en çok etkileyeceği coğrafyalar şunlardır:
- Sahraaltı Afrika, Güney Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika
- Afganistan, Suriye, Irak, Çad, Hindistan ve Pakistan (Dünya’da huzurun en düşük olduğu ülkelerdir)
- Pakistan, Etiyopya ve İran, toplu goçler verme riski altındadırlar
- Haiti, Orta Amerika ve Karayipler’de en riskli ülkedir
- Hindistan ve Çin, ciddi sel tehdidi altındadırlar
Rapora göre Avrupa ülkeleri ve ABD gibi kalkınmış ülkeler de iklim krizinden muaf sayılmazlar. “2015 yılında, Suriye ve Irak’taki savaşlardan ötürü iki milyon insan Avrupa kapılarına yığılarak ciddi bir mülteci krizini tetiklemiş; ani nüfus değişimlerinin politik çalkantılara ve toplumsal huzursuzluklara sebebiyet verdiğini kanıtlamıştır”.
İsveç, Norveç ve İrlanda gibi kalkınmış ülkeler ise, rapora göre, neredeyse hiçbir tehditle karşı karşıya değildir.
İklim değişikliğinden etkilenmeyen tek bir toplum yoktur
Tabii ki bu değişikliğin yarattığı tahribat, yerine göre farklılık arz etmektedir. Bazı yerler su baskınlarıyla tahrip olurken bazı yerler çölleşmektedir. Su ve verimli topraklar gibi doğal kaynakların tahribatı ve çölleşme, iklim değişikliğinin uzun vadeli sonuçlarıdır.
En doğrudan sonucu ise besin kıtlığıdır. Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün kurucu başkanı Steve Killelea, 2020 Ekolojik Tehdit Raporu’nda şöyle demektedir: “İklim değişikliği ve ekolojik sorunlar, küresel barış için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.
Küresel çapta bir işbirliği sağlamayı başaramazsak, önümüzdeki 30 yılda gıda ve suya ulaşım giderek zorlaşacaktır. Önlem alınmadığı takdirde toplumsal huzursuzluklar, ayaklanmalar ve çatışmalar artacaktır. COVID-19, küresel besin zincirindeki mevcut sıkıntıları su yüzüne çıkartmıştır.”
Rapora göre 2050’ye gelindiğinde gıdaya duyulan talep, tüm Dünya çapında %50 oranında artacak. Bu da demektir ki eğer besin arzında belirgin artış olmazsa, birçok insan ya açlıktan ölecek ya da karınlarını doyurabilmek içi göç etmeye zorlanacak. Bugün itibariyle beslenme problemleriyle karşı karşıya olan insanların sayısıysa iki milyarı buluyor.
Goç etmek zorunda kalan insanların ilk tercihleri yine kendi ülkeleri ya da bölgeleri oluyor. Bir ülkeyi toptan terk etmek hem pahalı bir tercih, hem de aileyi geride bırakmak anlamına gelebiliyor; köyden kente göçüp iş ve kaynak aramak daha makul bir tercih.
Ailece göç edildiğindeyse geri dönüş bir daha mümkün olmuyor. Bir bölgenin geçici süreliğine yaşanmaz olduğu durumlarda, örneğin yıkıcı kasırgalardan sonra yurda geri dönmek sık rastlanan bir şey. Ancak sahil şeritleri, hatta bütünüyle adalar sular altında kaldığında geri dönüş bir seçenek olmaktan çıkıyor.
İklim değişikliği büyük oranda yoksul toplumları etkileyecek olsa da, değişikliğin yaratacağı toplu göçler her ülkeyi zora sokacak. Adaptasyon ve direnç, hem anlık hem de kalıcı göç risklerini azaltmakta kilit rol oynayacak kavramlar. Bu kavramlar da erken uyarı sistemleri, sel engelleyici altyapılar, sürdürülebilir tarım ve kuraklığa dayanıklı mahsuller ve benzeri önlemler şeklinde hayat bulacak.
Okie Kızılderilileri
Toplu goçlerin ABD’deki en bilindik örneği, 1930’da yaşanmış olan Dust Bowl vakasıdır. Yanlış tarım uygulamalarının üzerine ekolojik ve ekonomik krizler eklenmiş, milyonlarca hektar toprağı çöle dönmüş ve milyonlarca insanı aç biilaç bırakmıştır.
ABD’den Kanada’ya uzanan dev bir bozkır alanı olan Büyük Ovalar’da tarımla uğraşan Okie Kızılderililerinin üçte biri, yurtlarını saran toz bulutlarından ve çöl fırtınalarından kurtulabilmek için çoluk çocuk demeden Kaliforniya’ya kaçıp göçmen işçi olarak çalışmaya başlamıştır.
Onur Yürür
Bunlar da ilginizi çekebilir
Kızılderililer, Tarihi ve Zaman Çizelgesi
Dünyamız 500 Yıl Sonra Nasıl Görünecek?
Dünya Yüzeyini Terk Ettikten Sonra Uzay Tam Olarak Nerede Başlar?
Yorumlar 2